Merhaba arkadaşlar bugün edebiyat ile ilgili iki kelam etmek istiyorum. Yaklaşık bir yıldır hiç bir edebiyat dergisi almıyor ve okumuyorum. Bunun bir kaç tane sebebi var. Öncelikle onlardan bahsetmek istiyorum. Eskiden en kötü ayda 2 tane edebiyat alırdım. Bazen aynı ay 4-5 tane bile aldığım oluyordu. Yoğun tempodan okuyamazsam da en azında edebiyat dünyasına destek olduğumu düşünürdüm. Bu beni bir şekilde mutlu ediyordu. Edebi yazılar yazamasam da okuması ayrı bir keyifliydi. Gelelim bu dergilerden neden soğuduğuma. Cizre’de yaşananların hepimiz öyle yada böyle biliyoruz. Tam da bu dönemde saygın diyebileceğimiz edebiyat dergilerinden 2 tanesine alıp eve gidiyorum. O gece bunları okuyup bir nebze de olsa gündeme farklı bir çerçeveden bakacaktım. Edebiyat dünyası son yaşadığımız 2 ay için neler yazmış ya da olaylar onları nasıl etkilemiş diye içimde bir merak vardı. Ne yazık ki bu merakımı gideremedim. Çünkü dergiler bu konuya değinmemeyi yeğlemiş. Sanırım teğet geçmeyi seçmişler. Bir oyuncunun lise aşkını, bir spikerin spor aşkını yazmış… Yaşanan vahşeti görmemezlikten gelmişler. Bunları görünce çok sinirlendim. Sabaha kadar dergileri satır satır inceledim. Geçtiğimiz aylara dair doğru düzgün hiç bir şey yoktu. Oysa edebiyat demek hakikat demekti. Yaşadığımız günü yansıtmayan lise aşklarından bahseden, koşunun faydalarını sayan yazılar görmek, edebiyat dergilerinden soğumama sebep oldu. O gün, bugündür bir daha dergi falan almadım. Bu arada hepsi böyle demiyorum. Yanlış anlaşılmasın. Siz yine sevdiklerinizi alın. Ben toplumsal olayları biraz kişiselleştirdiğim için öfkeme hakim olamaya biliyorum. Dergilerden soğumamda bir kaç etmen daha var. Erkek yazarların çokluğundan, eril dilden, cinsiyetçi yaklaşımlardan, hep aynı yazarlardan (hoş çoğu yazar bile değil, oyuncu, spiker, arada kalmışlar falan) sıkıldım. Dergilerin çoğunu hep aynı kişiler tarafından yazılıyor. Hani güzel yazıyordur iki ayda bir yer verirsin. Ancak 6 ay üst üste aynı kişiye, aynı köşe ayırırsan , sonunda da okuyucuya lise aşk hikayeleri sunuyorsan orada bir sorun vardır. Hele ki zalimin zulmünden bahsetmeye bile cesaret edemiyorsan böyle soğurum işte..

Bu arada son bir senede 2 tane de edebiyatçıdan nefret ettim. Evet, evet nefret ettim. Bir tanesi Elif Şafak öbürü nobel ödüllü Orhan Pamuk.. Hemen sebeplerini de açıklayayım ister sövün, ister sevin çok da umurumda değil. 8 Eylül 2015’de haber sitelerine şöyle bir haber düştü; “Çaresizliğe abluka… 10 yaşındaki Cemile’nin cesedi buzdolabında saklandı” Bu olay Cizre’deki ablukada yaşamını yitiren mink Cemile ile ilgiliydi. Cizre’de sokağa çıkma yasağı ilan ediliyor. Cemile’nin evine isabet eden bomba vs ne olduğu belli olmayan bir patlayıcı ile yaşamını yitiyor. Ailesi bedeni kokmasın diye günlerce derin dondurucuda bekletiyor. Derin dondurucunun ve derin dondurucunun içinde bir çuvala konulan Cemile’nin minik bedenine ait fotoğraflar sosyal medyada dönüyor. Herkes isyan ediyor. Tam da bu esnada gözüme başka bir isyan çarpıyor. Evet evet Elif Şafak’ın o meşhur isyanı;

Bunu gördükten sonra Edebiyat’tan bir daha soğudum. O dönemde onlarca çocuk öldü. Yüzlerce insan yaralandı. Binlerce kişi evsiz kaldı. Göç edenlerin haddi hesabı yok. Ancak ponciğimizin derdi başkaymış…

Barışı savunmak kusurluymuş…

Gel gelelim Orhan Pamuk’a.. O da bu bedbaht dönemde hiç konuşmadı. Edebiyatçılar çıkıp “Barış İçin Yazarlar İnisiyatifi” adıyla bildiri yayınladı. Yazı nöbetine başladı ancak Orhan Pamuk oralı bile olmadı. Görmemezlikten geldi. Oralı olmadı bile.. Adını bile yazdırmadı.. Ortalık kan revan içindeyken birden ortaya çıktı. Tabi gündeme dair bir kaç kelime etmedi değil. Ancak onun derdi de yeni çıkan kitabı Kırmızı Saçlı Kadın’dı. Okumadım. Bu saatten sonra okumayı da düşünmüyorum. Sizin de okumanızı tavsiye etmem. Gerçek hayatta zalimin zulmüne sessiz kalan biri ne yazsa, ne söylese boş… Bu arada bir iki kelime dediğim Barış için akademisyenlerin yayınladığı bildiriyle alakalı. Neymiş akademisyenlerin düşünceleri kusurluymuş. Şiddet dursun, kimse ölmesin, barış olsun demek nasıl bir kusur anlamış değilim.

“Akademisyenler bana kalırsa kusuru olan bir bildiriye imza attılar. Ben kendim de pek çok bildiriye imza attım, önüne bir şey geliyor, hepsini okumuyorsun, tıklıyorsun işte…” Orhan Pamuk

Kurduğu cümle aynen yukarıda duruyor. Sanırım Pamuk bundan önce imza attığı bildirileri okumadan imzaladığı için herkesi de kendi gibi sanıyor. Oysa bildiriye aralarında Esra Mungan, Ahmet İnsel, Koray Çalışkan, Nazan Üstündağ, Gençay Gürsoy, Mehmet Efe Caman, Murat Paker, Noam Chomsky, David Harvey, Étienne Balibar, Judith Butler ve Immanuel Wallerstein gibi birbirinden değerli 1128 akademisyen imza atmıştı. Yani biri de çıkıp durun arkadaşlar bildiride bir kusur var demedi ancak Orhan Pamuk büyük oyunu gördü öyle mi? Gerçekten Pamuk’a gülmemek elde değil. Chomsky görememiş ama Pamuk görmüş? Üstelik bu cümleleri kurduğu saatlerde akademisyenler 3’er 5’er görevden alınıyor, sabahları evlerinde IŞİD’lilere yapılmayan baskınlarla evlerinden alınıyordu. El üstünde tutulması gereken insanlar parmaklıkların ardına atılıyordu. Ancak Pamuk ana akım medyada o kanal senin, bu kanal benim koşturup kitabını tanıtıyordu. Ömrü yetmeyecekmiş kafasındaki kitapları yazmaya.. Sesimi duyurabilseydim yüzüne çok da umurumda demek isterdim.

Not:Bu arada Kafa Dergisi’nde Özgür Amed’in yazılarını bir şekilde okumaya çalışıyorum. En azından bu zor dönemlerde hala kendisine yer veren Kafa Dergisi’ne bir teşekkür borç bilirim. En kötü cezaevlerinin halinden, orada yaşananlara dair fikir ediniyoruz ki Amed’in yazıları hakikatin ta kendisi niteliğinde diyebilirim. Derginin diğer yazarları ve diğer konularından bihaberim. Amed için açılan bir blog var ve genelde yazıları oradan takip ediyorum. Bir diğer dergi ise Bavul Dergisi ilk bir kaç sayısını almıştım. Sokaktan edebiyat’a tadı vermişti. Şuan ne alemde, nasıl gidiyor, kimler yazıyor? Bilmiyorum. Yukarıda bahsettiğim dergilere benzedi mi bilmiyorum. Umarım aynı hataya düşmemiştir. Söylenecek daha çok şey var ama takatim yok. Sizi de daha fazla yormamayım. Sevgiyle.

Bir Cevap Yazın