İstanbul’a geleli yaklaşık 5 ay olmuş ama ekmek ve un dışında bildiğim pek Türkçe kelime yoktu. Kapının önünde sadece sokaktan geçenlere bakıyordum. Bir yandan da insan bu binaların arasında kaybolur diyorum kendi kendime. Malum bizim köy maşallah bir binaya sığıyor. Aklımca “acaba burada kaç köy vardır?” diye düşünüyorum. Düşünsene sıra sıra binlerce köyü üst üste sığdırmışlar. Bana pek akıllıca bir düşünce gibi gelmiyordu. Lafı uzatmadan devam edeyim, kuzenlerimin çoğu benden yaşça büyüktür. Amcamlar, halamlar, kuzenler derken 3-4 aile bir evde yaşıyorduk. Sonra herkes bir yerde işe başladı. Evde işler azalınca daha çok çıkmaya başladım sokağa. Bir de ne göreyim siyahi bir çocuk. Kız kardeşim çocuğu ilk gördüğünde hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Biz ne bilelim. Bir de çocuk yeni komşular gelmiş diyerek yanımıza doğru gelince kıyamet koptu. Neyse zamanla ona da alıştık. Adı Sedat, annesi Ankaralı babası ise Mısırlıydı ve bir ablası vardı. Onlara karşı kötü bir niyetim ya da ön yargım yoktu, o sebeple burada yazmıyorum. Hayatımın uzun bir döneminde komşularım oldukları için yazıyorum. Hatta Sedat’ın amcası 1990 yıllarında Mısır’da Pop Müzik sanatçısı imiş. Bazen anlatırdı da bana niyeyse pek gerçekçi gelmezdi. Ne bekleyebilirdim ki zaten çocuktum ve sınırlı sayıda Türkçe kelime biliyordum. Sonra Enes’le tanıştım. Enes de bizim apartmanda oturuyordu. Sağır ve dilsiz bir kardeşi bir de abisi vardı. İkisi de doğuştan duymuyor ve konuşamıyorlardı. Bir de yine aynı apartmanda oturduğumuz Funda var. İtiraf etmek gerekirse Funda’yı görünce heyecanlanmayan yoktu, iki kat yukarımızda oturuyorlardı. Ancak hiç oturup sohbet etme fırsatımız olmadı. Funda’nın kardeşi vardı da herkes Funda’ya yaranmak için kardeşine iyi davranıyordu. Bu durum beni rahatsız etse de kime ne diyebilirdim ki. Yine koptum devam edeyim, artık kardeşlerimi kapının önüne çıkarabilme evresine gelmiştim. Bu benim için çok önemliydi. Çünkü beş ay boyunca çingeneler tarafından çocuk kaçırma olayları yaşanıyordu. Sonrası ise; bu çocuklar ayakları çıplak, sokaklarda dileniyordu. Tabi bunlar rivayet, ne kadarı doğru hala bilmiyorum. Dışarı ilk çıktığım gün hava o kadar güzeldi ki gökyüzüne baktığımda gözlerimin kamaştığını hatırlarım. Mahallenin diğer çocukları da benim gibi sokaktaydı. Bizim evin köşesinde voleybol oynuyorlardı. Voleybol ise o zamanlarda hayatımda ilk kez gördüğüm bir oyun. İlk futbola benzetmiştim. Yaklaşık 3 -4 haftada günde bir ya da iki kez oynayanları izliyordum. Çok ilginç gelmişti o zamanlar. Bu arada kapının önünde maç yapan çocukları izleyerek gol olunca “GOOOLL” diye bağırıyordum. Ama öyle sesimi yükseltmiyordum. Sadece onların duyabileceği kadar ses çıkarıyordum. Sanırım dikkat çekmeye arkadaş edinmeye çalışıyordum. Başarılı da olmuştum. O zaman Enes onlarla oynamamı istedi. Sonradan öğrendim ki Enes de Kürt’müş ve onlar İstanbul’a uzun yıllar önce gelmişler. Öyle ki, Enes çok az Kürtçe konuşabiliyordu. Her neyse ben ilk maçıma çıktım ve kaleye geçtim. Maç başladı ve ben sanki Şampiyonlar Ligi Yarı Finali’ndeyim. Bu hırsla oynayınca diğer takım bir sonraki maç bizden olacak kavgası çıkardı ve ben yine merdivenlerde oturduğumu hatırlıyorum. O günü hiç unutmam, unutacağımı da sanmıyorum. İlk Türkçe kelimelerimle o kadar çok anım var ki hepsi ayrı temizlik ve güzellikte. Hatta ilk kelimem; un. Hikâyesi de şöyle; annem bakkala gitmem için para verdi. Unutmayayım diye de “2 kilo un” diye çok kez söyledi. Ben bakkala gittiğimde 2’yi parmakla açıklamaya karar verdim. Yolda da tekrar ediyorum; “2 kilo un” diye. Bakkala vardığımda yaşlı bir teyze vardı. Teyze o kadar yavaş ki neredeyse banka kuyruğu oluşmuş. Neyse sıra nihayetinde bana da geldi ve benim parmaklar zafer işareti gibi 2’yi tarif etme derdinde. Ayrıca bir yandan da ‘kilyon’ diye başka şeyler anlatıyorum. Gel gelelim bizim un oldu mu gun? El zafer işareti tabi. Velhasıl dayak yemedim fakat anlatana kadar bir hayli sinirlendim ve belki de kendime kızdım.